Kaynak: Reinhard Eichelbeck,”Licht und Leben – Vom Äther zur Photonen-Telepathie”, Esotera Zeitschrift, 9/1998
Bu makaleyi 1999 yılında “Ruh ve Madde Dergisi” için çevirmiştim. Bu makale yayımlanmamıştır.
Bilimin yüyıllardır ışık üzerine yaptığı araştırmalar ve sonuçlarına karşın; hâlen gizemliğini kaybetmemiştir.Çözülmemiş bir bulmacaya benzetilebilir. Işıksız bir ortamda sağlam bir göz bile âdeta körelmiş gibi olur. Işık, cisimleri görülebilir hale getirir. Ayrıca cisimlere farklı açılardan yansımasıyla renkler meydana gelir. Johann Wolfgang Von Goethe’nin dediği gibi “Renkler ışığın hareketi ve kaderidir.”
Atalarımız ışığı kutsamış ve onu bir kült haline getirmişlerdir. Ama biz onu yıllar boyunca incelemiş onun bütün kutsallığını bozmuş ve ona âdeta sahip olmuşuz. Zamanımızda ışığı hassas bir alet gibi kullanıp sanatta, diskoteklerde bir estetik aracına dönüştürdük. Bugünün hiçbir bilim adamı ışığın basit bir şey olduğunu söyleyemiyor. Işık bütün dünyanın (ve evrenin) hem bir besin kaynağıdır, hem de yaşamın ta kendisidir. Fotosentez ile bitkiler ışık enerjisinden kendi besinlerini oluştururlar. Sadece bitkiler değil, hayvanlar, bakteriler ve tabi ki insanlar için de çok önemli bir yaşam kaynağıdır. Bu dünya üzerindeki farklı yaşamların oluşmasını da yine o sağlamıştır. Canlıların temel yapı parçası olan hücreler, kendi aralarında haberleşmek için sadece kimyasal hormonları kullanmazlar, “Biofoton” veya “Ultra hücre ışını” denilen ve ışıktan oluşan bir enerjiyi de kullanırlar.
KUTSAL GÜNEŞ ve MODERN RENK TERAPİSİ
Aşırı ışık ve başka faktörlerin bir araya gelmesiyle kanser oluşur. Fakat ışık doğru olarak kullanıldığında çok iyi bir iyileştirme aracı olabilir. Antik çağlardan beri doktorlar farklı renk terapi yöntemleri kullanmışlardır. Şifa yöntemlerinden birisi olan ellerle yapılan iyileştirmelerde ektin olan öğe eller değil, ondan çıkan ışınlardır. Işığın bütün renk tonları, insan mâneviyatı üzerinde direkt olarak tesir eder. Işık şifasaldır, yaşamsal bir önemi vardır. Peki ışık nedir? Ansiklopedilerde ışığın çok büyük bir spektruma sahip olan elektromanyetik dalgaların, sadece çok küçük bir parcası olduğunu yazar. Dalga boyu 400 ile 800 nanometre arasında değişir. 800 nanometre üzerindeki dalgalar infrarot, 400 nanometre altındaki dalgalar ise ultraviyole ışınlarını oluşturur.
Işık ile ilgili bilimsel araştırmalara baktığımızda, onun üç tip şifasal gücü olduğunu görürüz: Fiziksel, Biyolojik ve Pisişik. Fisiksel ve biyolojiksel şifa, ışığın “Dışsal” kısmıyla (yani enerji ve bilgi taşıyıcısı elektromanyetik dalgalar) meydana gelir. Pisişik şifa ise “İçsel” kısmıyla (ruhsal enerji) meydana gelir. Bu üç şifasal yol da, ayni yola çıkıyor: Ruhsal tekamüle.
Psişiksel şifa diğerlerine nazaran daha da etkilidir. Tanrısal bir gücü vardır ışığın. Dünyayı gündüz güneş, gece ise ay aydınlatır. Bu yüzden çeşitli kültürlerde güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar bir tapınma aracı olarak kullanılmış ve tanrı ile özdeşleştirilmiştir. Bu inancın alında yatan nedeni Goethe şu sözlerle belirtmiştir: ” Eğer bana, tabiatımda güneşe tapma olup olmadığını sorarsanız. Ben kesinlikle ‘evet’ derim. Güneş üst plânların gönderdiği kudretli, dünya insanlarına eşit bir şekilde dağıtılan bir araçtır.
IŞIĞIN GERÇEK ANLAMI BİR SIR
Eski Sümer kavminin ve Babillilerin ana tanrısı, Güneş tanrısıydı. Aztek ve İnka Uygarlıkları ise güneş için insanları kurban edip; kurbanlarının kalplerini güneş tanrısına sunuyorlardı. Bu işlem sonucunda daha da çok kudret vereceğine inanılıyordu. Ra’nın bakışı sonucu ışık oluştu.Eski Mısır medeniyetinde, tanrıların yaşadığı Pathedon’u yöneten en büyük tanrı olan Ra’nın formu güneş olarak tasvir ediliyor. “Ben, gözlerini açtığımda ışığı gösteren ve kapattığımda heryeri karanlığa gömen kişiyim.” Bu sözler, 13 yy.’da yazılmış olan bir papirüsün üzerinde bulunmuştur. Şifa alanında en çok bilgi Antik Mısır doktorlarındaydı. yunan uygarlığında, sadece güneş tanrısı Helios’ a ait olan bir şehir vardı, Heliopolis. Tapınakları ile ünlü bu şehirde, şu anda bile kullanılan “Renk Terapisi” kavramı ortaya çıkmıştı. Bu kavramın ortaya çıkarken, ışığın mistik ve şifasal gücü insanlar için hâlen geçerliydi.
Işık, Tanrının bir niteliği veya bir aracı olarak gölülüyor. Çoğu zaman ise bu iki kavram da bir anılıyor. Bundan dolayı Johannes’in 1. Mektubu‘nda “Tanrı ışıktır, O’ nun içinde karanlık yer almaz” yazıyor.Yine ayni bölümde şu satırlar da yer alıyor. ” Her kim kardeşini severse, daima aydınlık içinde kalır.”, “Tanrı sevgidir.Tanrı, seven insanın yanından asla ayrılmaz.”
Işık, sevgi ve tanrı, bu kavramların hepsi birdir. Hintliler bunun için “Sattwa” kelimesini kullamışlardır. Sattwa tanrısal bir özelliktir; aydınlık içinde her zaman sevgi dolu ve iyilik içinde yaşama prensibidir.
Yukarıda saydığımız ışığın bütün tanrısal anlamları, günümüzde (en azından batıda) kaybolmuştur. Hem de tamamiyle! Diskoteklerdeki lazer gösterileri, konserlerdeki ışık saçan orglar. Ama bunlar da insanları büyülemek için kullanılmıyor mu? Buradaki büyülenme hem oklüt hem de sanatsal alanda bir büyülenme sayılabilir.
Güneş hayat verici olmasına karşın, birçok insan için bir tehdit unsurudur. Yaydığı zararlı ışınlardan korunmak gerekiyor. Bu garip ikilem içinde insan yine de güneşe tapmıştır.
Bugün çoğu insan için ışık, bir elektrik düğmesini açıp ampülden çıkan aydınlık anlamına geliyor. Fizik kitaplarında ise ışık elektromanyetik dalgaların bir bölümünü oluşturur. Biraz daha yakından incelendiğinde ışığın bir ilüzyonda farklı bir şey olduğunu görmek mümkündür. Işığın gerçek anlamını hâlen bir bilmecedir.Tekâmülün bir tezahürüdür. Işık bilim adamlarının dediği gibi “Dalga-Parçacık-Dualizm “i değildir, o tanrının bir özelliğidir.
GİRİŞİM PRENSİBİ ve ESİR TEOREMİ
Yunanlı filozof Pythagoras (M.Ö. 570 – M.Ö. 496)’a göre görmemizi sağlayan neden, her nesnenin kendisinden gönderdiği çok ufak parçacıkların göz sayesinde yakalanmasıydı. Onun öğrencisi olan Empedokles (M.Ö. 483 – M.Ö. 420) ise başka türlü bir sonuca varmıştı.Empedokles’e göre gözden “Ateşimsi” bir ışın çıkar ve bu bizim var olan bütün eşyaları görmemizi sağlardı. Platon (M.Ö. 428 – M.Ö. 347)’a göre ise görmemizi sağlayan iki etken vardı. Birincisi nesnelerden çıkan “Dışsal ışık” , diğeri ise gözümüzden dışarı çıkan “İçsel ışık”. Bu iki ışın ile görme gerçekleşiyordu. Aristoteles (M.Ö. 384 – M.Ö. 322) daha önceki filozofların düşüncelerine katılmayıp ortaya yeni bir fikir attı. Işık, evreni dolduran ve çok ufak olan “Pellucid” adlı maddenin hareketi sonucu ortaya çıkıyordu. Aristoteles’in ışık kuramı ortaçağ bitene kadar kabul edilmiştir.
İlk olarak Isaac Newton (1643-1727)’un ortaya çıkardığı Optik bilim dalı ile, ışığın bilimsel olarak incelenmesine başlandı. Newton da Ortaçağ filozoflarının yaptığı gibi, ışığı iki bölüme ayırdı : “Fenomensel ışık (Fizik alanında geçerli olan) ve “Nominal ve potansiyel ışık (Tanrısal ve ilahî ruhu taşıyan). Ancak 20 y.y.’da Albert Einstein tarafından en modern ve önemli bir soru soruldu :” Acaba madde ile ışık arasında birbilerine karşı bir dönüşüm sağlanabilir mi?”
Newton fiziksel ışığın oluşumunu partiküllere bağlıyordu.Tıpkı bundan 2000 yıl önce yaşamış olan Pythagoras gibi o da, ışığın çok küçük ışıldayan parçacıklardan oluştuğuna inanıyordu.Çağdaşı olan Hollandalı fizikçi Christian Huyges (1629 – 1695) ve İsveçre’li matematikçi Leonhard Euler (1707 – 1783) da Aristoteles’in ışık kuramına inanıyorlardı.Bu iki bilimadamı ışığın dalgalar şeklinde hareket ettiğini buldular.
Newton’dan sonraki yıllarda “Dalga – Parçacık” tartışması, bilim içinde pek dikkate alınmamıştı. Ama ta ki 1801 yılında Thomas Young’un deneyleri sonucu ortaya çıkarıldığı “Girişim Prensibi” ne kadar.Bu deney, ışığın yanyana bulunan iki ince yarıktan geçirilmesi ile yapılır. Aydınlık ve karanlık ışın çizgilerin oluşturduğu şekle “Girişim Deseni” denilir. Bu girişim desenini oluşturan maddeye Young “esir” adını vermişti. Esir bütün uzayı dolduran ve onun hareketi sonucu ışık dalgaları oluşturan bir maddedir.
Young’un “Girişim Prensibi” ne çağdaşı olan Henry Brougham karşı çıkıyordu: “Anlamsız bir teori, Young’un deneyleri sonucu çıkardığı ilkelerden hiçbir şey beklenmemesi gerekir.” Diğer taraftan Fransız Frensel (1788 – 1827)’in incelemeleri sonucu ışığın karakterislik yapısı bulunmuştur.
19. yy’ın ilk yarısında çeşitli ülkelerde yapılan deneyler sonucu ışığın tarifi belli bir yere kadar yapılabilmişti.O tarihlerde bu sonuçlar çıkarılmıştı: ” Esir çok ince bir maddedir ve bütün evreni doldurur.Tıpkı bir geminin denizde yüzmesi gibi, gezegenler de uzayın içinde yüzüyor. Işık dalgaları ise Esir’in hemen yanında refakat eder. Duruma göre bazen önünden, bazen arkasından takip eder ve bazen de etrafında döner. Ama ışık sabit bir hıza sahiptir.”
1887’de Albert Michelson ve Edward Morley’in ortaklaşa yaptıkları deneyler sonucu ışığın temel yapı taşının ne olduğunu bulamadılar.Ama ışığın sabit bir hıza sahip olduğunu buldular: 299792458 m/s. Diğer bilimadamları bu deneylerin sonuçlarını çaresiz olarak kabul etmek zorunda kaldılar. Einstein o yıllarda yapılan araştırmalar ile ilgili olarak şu sözleri söylemişti: “Işığın gerçekliğinin bulunması için yapılan herşeye rağmen, insan bu bilgi öğrenmesi için acizdir kalmıştır. En iyisi esir kavramını bırakıp, bir daha o kavramı ağzımıza hiçbir zaman almamak.” Ayrıca şu açıklamayı da yapmıştır: (1) ” Uzaydaki ışık hızının ya da başka bir şöyleyişle, esirdeki ışık hızının,saniyede 300.000 km olduğunu biliyoruz. Elektromanyetik alan, kaynağından bir kez çıktıktan sonra bağımsız bir varlık gösteren enerji taşır. Şimdilik, mekanik yapıda bir esirin birçok güçlük çıkardığını bile bile, şuna inanmayı sürdüreceğiz. Esir, içinde elektromanyetik dalgaların ve dolaysıyla da ışığın, yaydığı bir ortamdır.”
Kısa bir süre sonra Max Planck ısının da bir elektromanyetik dalga olduğunu keşfetti. Planck, ışığın “Kuanta” denilen belirli bölükler halinde ( h=6,62 x 10-27 erg/sn), kesikli bir biçimde ışıdığını ve soğduğunu da saplamıştır.1905 yılında Einstein, ışığın “Işık Kuantası” ya da “foton” denilen bir parçacık olduğu fikrini ortaya atar. Bu fikir ise Pythagoras ve Newton’un parçacık teorisine uyumluluk sağlar.
BOŞLUKTA DALGALARIN YAYILMASI İMKANSIZDIR
O yıllarda yapılan araştırmalar sonucu “Dalga-Parçacık” ikilemini çözülmüş gibi görülüyordu. Ama bir dalga her zaman bir dalga; bir parçacık her zaman bir parçacıktır. Buna bir örnek daha verebiliriz.İnsan her zaman bir insan; balık her zaman bir balıktır.O zaman denizkızları nedir? Birçok farklı mitolojide deniz kızlarından bahsedilir. Ama kimse onları görmedi. Aynı şekilde hiçbir bilimadamı “Dalga parçacığı” nın da var olduğunu ispatlayamadı.
1917’de Einstein “Hayatımın geri kalan kısmını, ışığın ne olduğunu bulmak ile geçireceğim” Fakat ölümünden dört yıl önce (1951) şu demeci vermişti: “Elli yıl boyunca bir ışık kuantasının ne olduğunu anlamak ile geçti. Ama yine de ona yaklaşamadım.”
” Esir Problemi” de bu güne kadar çözülemedi. Hep, temizlik yaparken tozun halının altına atılması gibi unutulmak istendi. Burada oluşan çıkmazın nedeni şuydu: Fizikte dalga, bir maddenin salınımı olarak tarif ediliyor. Maddeleri oluşturan parçacklar esnek bir şekilde hareket edebildiklerinden dolayı, hareketini diğer komşu atomların parçacıklarına nakledebiliyorlar. Suda oluşan dalgalar da bu şekilde oluşur. Su molekülleri arasında bir çekim kuvveti (Koheziyon) olduğundan dolayı daima beraber bulunmak isterler. Dışsal bir kuvvet uygulandığında ise beraberce bir salınım oluşururlar.
ESİR, ATOMUN EN KÜÇÜK PARÇASINDAN DAHA DA İNCEDİR
Bir taraftan yukarıda da açıklandığı gibi (parçacık teorisi) Michelson-Morley deneyleri, önemli bulgular ortaya koymuştur.Ama bir taraftan da parçacıkların birer dalgacık karakterine sahip olduklarını bildirmişlerdir. Örneğin çift yarık deneyinde ışık bir girişim deseni oluşturur (ışık bir dalga gibi hareket ediyor). Burada Elektron-Pozitron çifti ışığa ve ışık da Elektron-Pozitron çiftine dönüşüyor. Deney sonucu olarak şu söylenebilir “Işık ve madde dalga şeklinde kendini gösterir.” Madde, enerjinin bir çeşitidir. Belki de donmuş bir enerjidir, tıpkı buz ile su arasındaki ilişki gibi.
Bu ilişkiyi insanın aklı kabul edemiyor. Ama bilim için, madde ile enerji arasındaki bu ince bağlantı için bir formül bile var. Albert Einstein’nin ünlü formülü E=mc2 . Bu formüle göre büyük bir enerji sonucu, az madde; az bir madde ile büyük bir enerji elde edilebilir. Bunun örneğini Hiroşima’ya atılan atom bombasıyla bütün dünya görmüştür.
Michelson ve Morley’in dediği gibi dünya bir esir denizi içinde yüzmüyor; dünya kendi salınımı (titreşimi) sayesinde esir denizi içinde ayakta kalabiliyor. Hatta Michelson ve Morley ( ayrıca onların kullandıkları ölçü cihazları), dünya ile salınım içindedir.
Amerikalı kuantum fizikçisi Arthur Zajonc “Işık ve Şuurun Ortak Tarihi” adlı kitabında şu sözler yer alıyor: “Maddesel bir esir yoktur. Bu kavram materyalist düşüncenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.” Yine ayni eserde ” Eğer ışığın bir dalga olduğunu söylersek, bir soru akla geliyor: Bu salınımı sağlayan etken nedir? Örneğin su dalgalar ve ses dalgaları salınımlar sonucu oluşur. Ses ve su dalgaları hava ile iletilir. Peki ışık dalgalarının taşınmasını sağlayan ortam şey nedir? Bana göre bu sorunun cevabı olan ortam, maddesel bir tabiatın içinde değildir.
IŞIKTAN HIZLI: FOTON İLETİŞİMİ
Bu sözlerle birdenbire materyalist olarak düşünen doğabilimi metafiziksel söylemlerle dolu bir uçurumun içine yuvarlanır.
Burada birkaç soru geliyor hemen aklımıza: Maddesel olmayan “Esir” içindeki ışık ve maddesel dalgalarının salınımını sağlayan güç nedir? Nereden geliyor? Kim veya ne onun harekete geçmesini sağlıyor? Bu güç düzenli bir enerji olmalı, çünkü uyardığı dalgalar da düzenli bir form oluşturuyor. Elektronların hepsi ayni hacme ve yüke sahiptir. Peki bu düzenliliği sağlayan güç nedir veya kimdir?
Neden bazı ortamlarda ışık-dalgası, ışık-parçacıkları gibi davranıyor. Bu soru hâlen çözümlenememiştir. Işık dalgaları çift yarık deneyinde, birer ışık-dalgaları olarak davranacaklarını nasıl biliyorlar?
Fotonlar birbirleri ile nasıl iletişim kurdukları ise ayrı bir muamma olarak kalmıştır. Örneğin birbirine zıt doğrultuda iki ışık kaynayı düşünelim. Bunların birisinden çıkan bir fotonun hareketi, öteki ışık kaynağından çıkan fotonun hareketini etkiler. Fotonlar ışık ile hareket ettiklerine göre birbirleri arasındaki iletişimin hızı, ışık hızından büyük olması zorunludur. Ama nasıl anlaşıyorlar? Belki de telepati (Foton telepatisi) ile! İtinalı ve özenle çalışan bilmin içine sihir mi girdi yoksa? Şimdi ise daha da ilginç bir olay geliyor karşımıza: Bilimadamlarının yaptığı en son çalışmalar sonucu bazı özel ortamlarda elektromanyetik dalgaların, ışık hızından daha da hızlı gidebilceklerini bildiriyorlar. Eğer bu teorik düşünce, pratiğe uygulanabilirse fiziğin temel direği olan “Rölavite Kanunu” büyük bir sarsıntı ile yıkılabilir.
Dipnotlar:
(1) Fiziğin Evrimi, A.Einstein – L. Infeld, Onur Yayınları, sayfa: 145